Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
her şeyin başladığı yer olarak düşünürsek, bu filmdeki amaç mitolojiyi kurmaktan çok bir kimya yakalamak. ne tam bir kahramanlık hikayesi ne de tam bir bilimkurgu. daha çok ekip olmanın ağırlığına odaklanıyor. yer yer zayıf ama karakterlerin kırılganlıkları dikkat çekici
paul verhoeven’ın sarkastik zekası burada tam gücüyle çalışıyor. dışarıdan bir uzaylı istilası filmi gibi görünse de aslında militer propagandanın alaycı bir parodisi. savaş sahneleri destansı ama alt metin acımasız. insanlığın kahramanlık takıntısıyla ince ince dalga geçiyor
m. night shyamalan’ın en güçlü yanı burada da geçerli: büyük olayların içindeki küçük insan hikayeleri. dünya işgali değil, inancını kaybetmiş bir adamın sessiz iç savaşı anlatılıyor aslında. finaldeki ‘işaretler’, hem literal hem metaforik. film bittikten sonra yankısı uzun sürüyor
george miller’ın ilk filmi, fury road’daki kaosun henüz doğum sancısı halinde olduğu bir dünya. düşük bütçeye rağmen her sahne benzin, pas ve intikam kokuyor. mel gibson gençliğinin soğuk karizmasıyla bu çürüyen toplumun sessiz öfkesini taşıyor. film, post-apokaliptik türün altyapısını atan bir çığlık gibi
carpenter babamız burada kapitalizmi doğrudan tokatlıyor. güneş gözlüğü takıp gerçeği görmek kadar basit bir fikri, distopya estetiğiyle müthiş bir hicve dönüştürüyor. film eğlenceli ama aynı zamanda rahatsız edici. ‘obey’ yazılarını gördükten sonra hiçbir reklam tabelasına aynı gözle bakamıyorsun
carpenter’ın sisle birlikte kurduğu gerilim, zamana meydan okuyan türden. kasaba atmosferi, spook havası ve denizden gelen lanet… her şey klasik gotik korku öyküsü gibi ama carpenter bunu sessiz ve ağır tempolu bir kabusa dönüştürüyor. müzikleri hala tüyleri diken diken eder.
stephen king’in lanetli araba fikrini carpenter, neredeyse romantik bir saplantı hikayesine dönüştürüyor. metal, ışık ve motor sesiyle canlı bir karakter yaratıyor adeta. film, ‘insan mı makineyi ele geçirir, yoksa makine mi insanı?’ sorusunun retro bir kabus hali
carpenter’ın en karanlık, en felsefi işlerinden biri. film, bilimle dinin aynı potada eridiği tuhaf bir kabus gibi. şeytan burada metafor değil, mikroskobik bir varlık olarak geliyor. hem kozmik korku hem de varoluşsal paranoya iç içe geçmiş durumda lovecraft’in ruhu kol geziyor
düşük bütçeye rağmen gerilimi milim milim kuran bir yapım. carpenter burada western temposunu modern şehir şiddetiyle birleştiriyor. bir karakolun etrafında dönen bu kuşatma hikayesi, dayanıklılık ve çaresizlik arasında gidip geliyor. sade, sert ve etkileyici
80’lerin western denemesi olarak, gençlik enerjisini klasik bir türe enjekte ediyor. emilio estevez’in billy the kid yorumu hem asi hem teatral. film, dönemin rock müziğiyle kovboy tozunu karıştırıyor — tarih dersi değil, daha çok özgürlük arzusuna yazılmış bir isyan baladı
edward zwick’in kamerası, montana’nın geniş bozkırlarını bir duygusal savaş alanına çeviriyor. film, kardeşlik, aşk ve kaybın birbirine karıştığı epik bir ağıt gibi. brad pitt’in tristan karakteri doğanın vahşiliğiyle insanın içsel yıkımını birleştiriyor. görüntüler tablo gibi, müzikler yara gibi kalıyor